Herbetiz bultan ya kodek!

Cuma, Şubat 17

Jaisalmer

Bir yarışma için hazırlamış ve yarışmanın deadlineını kaçırmıştım. Bilgisayarda paslanacağına burda dursun bari.


Hindistan’a dört arkadaş elimizde spiral şeklinde bir rotayla ayak bastık. Gidilmeden olmaz şehirleri ve kişisel olarak görmek istediğimiz şehirleri sıralayıp, Mumbai’dan güneydekileri silince geriye bu rota kalıyordu. 15 günlük bir İran gezisinden yeni çıkmıştık. Onun yorgunluğu üzerine Delhi’de gördüğümüz kalabalık ve gürültüyü çekemeyeceğimizi kısa sürede anlamıştık. Rotaya baktık ve sırada Delhi kadar olmasa da kalabalık şehirler sıralanmış bekliyorlardı. Jaipur, Agra, Varanasi… Şehirleri atlayıp kendimizi doğaya vurmamız şarttı ama nereye gidecektik? Hepimizin gitmek istediği yer kendi kafasında netti. Yalnız bunu ötekilere anlatmak biraz zordu. Upuzun müzakerelerin sonunda hiçbir yere varamadık ve dörde bölündük. Ben çöle gitmeyi seçtim. Bu da çöl gezimin hikâyesi. (Merak edenler için diğer üç arkadaşlarımdan Su Goa’yı, Boğaç Nepal’i, Cengiz de eski rotayı takip edip turistik yerleri seçti.)

Hindistan’a ayak bastığımdan beri çöl ve deve sayıklıyordum. Ömrümde çöl görmedim. İlk kez görecektim. Ufuk çizgisine kadar pas parlak, sapsarı, yakıcı ortamı görmek fikri içimi kıpır kıpır etmeye yetiyordu. Deveye gelince, Camel içmeyi severim, Camel grubuna bayılırım hatta Eski Camel diye bir müzik grubu kurmayı bile denemiştik. Şekline, sabırlı görünüşüne, upuzun adımlarına, baygın bakışlarına… Deveye de çöle de sevgimi anlatmam güç, sebebini açıklamaya çalışmam imkânsız.

Jaisalmer’e tek tren Jodhpur’dan sabaha karşı beşte geliyor. Tüm otellerin toutları* o saatte istasyonda bekliyorlar. Ben henüz Jodhpur’dan trene biniyordum ki bir çocuk kolumdan tutup Jaisalmer’e mi gittiğimi sordu. Elime bir otel broşürü tutuşturdu. “Jaisalmer’de abim bekliyor. Ona senden bahsedeceğim. Gidince otelimize bir bakmaz mısın?” dedi. O an tek isteğim ranzaya yatıp uyumaktı. Çocuğu bir an önce başımdan savmak için “Olur olur.” diyip içeri girdim. Elime tutuşturduğu kataloga bakmamıştım bile. Şöyle bir baktım da gayet güzel bir otel. Dış mekan fotoğrafında otelden mutlu mutlu ayrılıp el sallayan yaşlı insanlar var. Odaların fotoğrafı gayet ferah, geniş, konforlu gözüküyor. Fiyatı da şu ana kadar kaldığım her otelden daha ucuz. 100 rupi (2$). Katalogda bizi kazıklamayı kesinlikle istemediklerini, otelcilik işini gönülden yaptıklarını anlatıyorlar. Yalnız yazı imla hatalarıyla dolu. Böyle güzel bir otelin katalogunun böyle özensiz olması garip geliyordu ki karşı ranzamdaki Hollandalı adam beni uyarıyor. Otelin tepesindeki tabelaya biraz dikkatli bakınca photoshop olduğu anlaşılıyor. Epey de kötü bir photoshop. Muhtemelen internetten toplanmış fotoğraflarla yapılmış. Katalogu kenara koyup yatıyorum. Benim kafam uyumaya çalışırken edebi cümleler kurar. “Trenim son hızla Jaisalmer’e gidiyordu. Oysa o çocuğun abisine attığı mesaj kadar hızlı olmamız mümkün değil.” ayarında bir cümle geçti. Sonra uyumuşum.

Gürültüyle bir hengamenin içine uyandım. Tren istasyonu pazar yeri gibi. Toutlar, tuttukları turisti arabaya, rikşaya ne bulurlarsa ona bindirip otele götürmeye çalışıyorlar. Trenden dışarı ilk adımımı atarken koluma Jodhpur’da otel katalogunu veren çocuk yapıştı. “Yok gelmeyeceğim, vallahi gelmem, hayatta gelmem. Hem sen burada olmayacaktın. Abin nerede?” diye diye zor da olsa çocuğu atlattım. İstasyonda kolumdan zorla çekenler, “Şuradaki kız seni çağırıyor.” diyip arabasına bindirmeye çalışanlar… Uyku mahmurluğuyla o keşmekeşin içine dalmak travmatikti... Jodhpur’da çocuğun bana uzattığı sahte katalogun aynısından burada bir kişi daha uzatıyor. Yalnızca tepedeki otel ismi ve otelin dış fotoğrafındaki katalog isimleri farklı. Üzerimdeki mahmurlukla saçma bir şey yapmayayım diye köşeye siniyorum. Bu adamlardan neden zebellah gibi kaçtığımı merak edebilirsiniz. Eninde sonunda ben de bunlardan birinin götürmeye çalıştığı otele kendim gideceğim. Toutlara her bulaştığımda epey fena kazıklandım. Hindistan’da ilk öğrendiğim şey bu adamlardan uzak kalmam gerektiği oldu. Hem otelimi daha gelmeden önce internetten seçmiştim. Yerini de bulabilirmişim gibi geliyor. Neyse ben bir köşede kendi kendime beklerken turist kapanlar turistiyle gitti, kapamayanlar eli boş döndü ve ortalık yatıştı. Cehennem gibi istasyon on beş dakika içinde bomboş kaldı. Saat sabahın beş buçuğu ben çantamla istasyondan çıktım ve karşıda açık gördüğüm lokantaya gidip yiyecek bir şeyler sipariş ettim.

Hindistan’ın yemeklerdeki acı problemi herkesin malumu. Bir Hataylı olarak taddaki acı bana çok koymuyor da midemle ilgili problemlerim var. Buranın acısı özellikle sabahları gastritimi fena azdırabiliyor. Acı olmadığını bildiğim samosa böreklerinden üç tane sipariş ediyorum. Pişmesini beklerken saat altıyı buluyor. Bir bardak ananas suyuyla hüpletip yola çıkıyorum. Önce Gadisar Gölü’nü, sonra göl kenarındaki Gadisar Kapısı’nı sonra da Mystic Jaisalmer yazan oteli bulup içeri giriyorum. Kapıdan girince karşınızda kalan duvara koca harflerle “This being human is a guesthouse.” diye başlayan bir metin var. Altında da imza olarak Rumi… Otel sahibi Ashraf Ali’yle muhabbete başladık. Türkiye’den geldiğimi öğrenince inanılmaz seviniyor. İran üzerinden geldiğimi öğrenince bir kez daha seviniyor. Ben fiyat sormak, oda görmek falan isterken beni konuşturmuyor. Mevlana’dan, Nasreddin Hoca’dan, Şems’ten, Hafız’dan bahsediyor. “Tamam diyorum. Bana bir oda göster, biraz uyuyayım, akşam yemeğinde doya doya muhabbet edelim.” Dediğim gibi ben uyandıktan sonra muhabbete başlıyoruz. Otelin girişinde yazan Mevlana alıntısını görmüştüm ama bir kez de o gösteriyor. Gece geç oluyor. “Ben damda yatsam olur mu?” diyorum. Kabul ediyor. Damın fiyatını soruyorum “Sana bedava.” diyor. Uyku tulumumu alıp dama çıkıyorum.

Jaisalmer’de pek çok evin damı salonu gibi… Kahvaltı damda, akşam yemeği damda, yemekten sonra kerahat vakti damda geçiyor. Benim karşı damımda Sikh bir aile var. Çocuklarını bile damda yıkıyorlar. Bu arada Ashraf’e odada değil sürekli burada yatmak istediğimi söylüyorum. Hemen yanımda da bir baz istasyonu var. Baz istasyonu kargaların kamusal alanı. Sabah güneş doğmadan az evvel yanımda gaklayarak beni uyandırıyorlar. Güneşin doğuşunu izleyip, başka bir saatte asla sessiz bulamayacağım sokağın sessiz haline bakıp geri yatıyorum. Kargalardan bir tanesinin resmen dağınık saçları var. Her sabah aynı yere konuyor. Her sabah beni onun uyandırdığına inandırdım kendimi. Emin olamıyor tabii insan. Öbür kargalardan biri uyandırıyor da olabilir ama ben kendimi en çok dağınık saçlıya yakın hissettim…

Şehir merkezindeki birkaç turistik noktayı şöyle bir gezdikten sonra deve safarisi bakmaya başladım. Sizi ciple alıyorlar. Yol boyunca turistik 5-6 noktada gezdirip son durak olarak Sam Sand Dunes denen çöle götürüyorlar. Çölde konaklayabilir ya da gece dönebilirsiniz. Yalnız bu safariyle ilgili biraz problemlerim var. Aşık olduğumu söylediğim çölün ve develerin turist mezesi olması biraz canımı sıkıyor. Bir yandan da görmek için delirdiğim şeyler var. Sömürülmelerine göz yummakla görememek arasında gidip geliyorum. Kafamda gelgitlerle meydanda gezinirken bir tabela gözüme çarpıyor: “Desert Bikes For Rent”. Hemen dükkâna dalıp fiyat öğreniyorum. Tek bir problem var. Ömrümde hiç motosiklet kullanmadım.

Kafamda planı kuruyorum. Motoru kiralayacağım dükkânda adamların dikkatini çekmeyecek kadar bilsem yolda zaten öğrenirim. Tüm gün boyunca sokakta motor kullananları izliyorum. Neyse ki bolca var. İlk çalıştırma anını, gaz vermeyi, kalkışı bayağı bir gözlemliyorum. Bu arada karnım acıkıyor ve kafe gibi gözüken bir yere doğru yürüyorum. Önünde durduğum dükkânın ne olduğu dışarıdan ne olduğu tam olarak anlaşılmıyor. Ben öylece bakarken bir motor önümde durup

-Aradığın dükkân burası değil. diyor.

-Ben ne arıyorum ki?

-Güven bana. Daha üç ay önce açıldılar ve ondan fazla şikayet var.

-Ne şikayeti kardeş ne satıyorlar?

-Kurabiye.

-Kurabiye mi?

-İçmek için. (Drink değil smoke.)

-Heaaaa. Tamam da yok ben içmeyeceğim de senin motorla biraz gezsek bir tur atsam olur mu?

Teklifim kabul edilmiyor ve ayrılıyoruz.

Birkaç saat daha motorcu izleyip motor kiralama dükkânına gidiyorum. Hindistan’da satıcılara karşı ciddi güvensizlik var. Haksız bir güvensizlik değil. Epey kazıklıyorlar. Satıcılar da bir deftere memnun müşterilerden kendi dillerinde memnuniyetlerini dile getirmelerini istiyorlar. Bu iş bizim de işimize yarıyor. Kendi dilinde yazı yazan eski müşteri, yalnızca memnuniyetini değil uyarılar da yazıyor. Motorcu adam defterdeki tek Türkçe yazıyı bulup gösteriyor. Erdem diye biri 2006’da yazmış. “İlk bakışta puştluk yapacakmış gibi gözüküyor ama güvenilir bir adam. Yalnız geceleri motoru bana bırak derse bırakmayın benzin çalabilir.” yazmış.

Yarım saatliğine motor kiralıyorum. Çalıştırma anını tekrar tekrar izledim. Bence becerebilirim. On yaşında bir Honda seçiyorum. Yenileri de var ama fiyatı kiraladığımın bir buçuk katı. Çok para bayılmanın lüzumu yok. Sağ taraftaki pedala sertçe basıp aynı anda sağ taraftaki kolu çevireceğim. Deniyorum olmuyor. Adam da motorun kötü olduğunu düşünmemden korkup o çalıştırıp bana veriyor.

Şehir merkezinde gezmeye başlıyorum. Daracık sokaklar, karşıma çıkan inekler, ters yönden gelen rikşalar… Trafikte korna çalan herkese anavrat küfreden ben elimi kornadan çekemiyorum bile. Yarım saat içinde 5-6 kez motoru istop ettirip yol ortasında kalakaldım. Her seferinde de çaresizliğimi gören birileri gelip yardım etti. Her yardımda bir şeyler kaptım. Yarım saatin sonunda motoru teslim ettiğimde “Yarın 24 saatliğine kiralıyorum.” Diyecek özgüvene sahiptim. Kafamda tüm gün aynı şarkı dönüyordu. “I’ve been through the desert on a horse with no name. ‘Cause in the desert you can’t remember your name.”** Ben de yarın on yaşındaki adsız atımı alıp çöle doğru süreceğim.

Geç saate kadar şehir merkezinde mala mal gezip vakit geçiriyorum. Tam meydandan otele dönmeye niyetlenmişken sabah konuştuğum motorlu tekrar önüme kırıyor. “İşte aradığın dükkân burasıydı.” diye bir yer gösteriyor. Adı Lassi Shop***. Küçücük bir dükkân. Mekanın önünde yaşadığım dört dakikalık kararsızlıktan sonra içeri dalıyorum. Bir adam gelip önüme bir fotoğraf albümü koyuyor. Hikaye aslında şöyleymiş: Bizim Sultanahmet’teki Puding Shop gibi Jaisalmer’de de hippilerin uğrak yeri olan Boungh Place diye bir yer var. Hindistan hükümeti alternatif tıbbı tanıyor. Burası da alternatif tıp merkezi adı altında marihuanalı kurabiye, marihuanalı lassi ve marihuana satıyor. 60’lardan beri açık olan dükkânın ismini nasıl oluyorsa üç sene önce başka birileri satın alıp Boungh Place ismiyle kendilerine bir yer açıyorlar. Adamın bana verdiği fotoğraf albümünde albümde mekanın eski fotoğrafları ve 60’lardan beri gelenlerin yazdığı mektuplar vardı. Benim içinde olduğum dükkân da adını Lassi Shop yapıp tekrar tutunmaya çalışıyor. Bir menü uzatıp “Özel olanından istersen fiyatı ikiyle çarpılıyor.” diyor. Bir bardak tuzlu özel lassi söyleyip kafama dikiyorum. İkinciyi istiyorum ama vermiyorlar. “Acele etme bir saat sonra çarpar.” diyor ama 2-3 saat sonunda şöyle hafifçe bir çarptı. Bu arada otele çok hoş iki tane Alman kız gelmiş. Çay içip muhabbet etmeye damıma çağırıyorum.

Kızlar Daarjelling’e gideceklermiş. İkisi, otelin deve safaricisi Cicey (Okunuşu Cicey, yazılışı nasıl bilmiyorum.), Ashraf ve ben uzun uzun muhabbet ediyoruz. Kızlar her yaz geldikleri Alanya’yı anlatıyor, ben İran’ı anlatıyorum, Ashraf Tac Mahal’in arka bahçesinin ön taraftan çok daha güzel olduğunu anlatıyor… Bir ara herkes Cicey’e dönüyor. Anlatırken sıra gözetmiyorduk tabiî ki ama bir an herkes sıranın Cicey’e geldiğini hissedip ona dönüyor. “Çöl benim Türkiye’m.” diyor Cicey. “Çöl benim Almanya’m, Danimarka’m, Daarjerlling’im her şeyim. İnsanlar geliyorlar, onları çölde gezdiriyorum. Geceleyin yıldızları izleyip bana geldikleri yeri anlatıyorlar. İsrail’den geldim, İtalya’dan geldim, İngiltere’den geldim deyip ülkelerini anlatıyor. Kimisi ülkesinden söz etmiyor gezdiği yerleri anlatıyor. Dünyanın bütün ülkelerini çölde dinlemişimdir. Çöl benim dünyam.” Rajhastan’ın dışına ömründe bir kez çıkmış. Delhi’ye gidip iki gün kalıp geri dönmüş. Sonra Cicey bize “çöl kahvesi” denen kahveden yapıyor. Kahvenin içine baharatlar, biberler ne bulursa katıyor. “Çölde soğan katanı bile bulursun.” diyor. Baharatlı kahve nasıldı? Güzel diyemem, kötü de diyemem. Ölmeden denenmesi gereken, denenmese hiçbir şey kaybedilmeyecek, denense de bir daha asla içilmeyecek yüzlerce şeyden bir tanesi gibiydi.

Sabah yine kargamla güneşten evvel uyanıp kendime yolluk yaptırıyorum. Geceden teslim aldığım motora atlayıp yola çıkıyorum. Motorcudan bir çöl yolu haritası almıştım. Ashraf de geceleyin harita üzerinde bana bir rota çizip gitmem gereken yerleri işaretledi. Tulumumu ve yolluğumu motorun arkasına bağlayıp sabahın ilk ışığıyla yola çıkıyorum. Şehrin hafifçe dışına çıkınca boş yolda yaldır yaldır gidiyorum. Motorum son gazla 80 km hız yapabiliyor. Amar Sagar denen yarısı göle batmış mükemmel bir köy kenarında kahvaltımı yapıyorum. Çapatiye**** sarılmış muzumu yiyip gölü izliyorum. Tekrar yola çıktığımda köylü kadınlar uzaktan bana bağırıyor. Yanlarında durduğum anda onlarcası uzaktan koşup yanıma geliyor. Hepsi etrafımı sarıp CHOCOLATE CHOCOLATE diye bağırıyorlar. Elimdekileri veriyorum, hepsi kapışıyorlar. Sonra biri motorun kenarına bağlı yolluk poşetini koparıp kaçıyor. Bir anda yemeksiz kaldım. Biraz ilerde de çikolata isteyen çocuklar karşıma çıkınca “Ellerim bak boş kaldı.” hareketi yapıyorum.

Yola devam ederken develer hakkındaki politikamın ne kadar doğru olduğunu kendime doğruladım. Bir ovaya saldıkları develer kaçamasın diye iki ön ayağını birbirine bağlamışlar. Hayvanlar adım atabiliyorlar ama küçücük adımlar atabiliyorlar. Böylece hayvanın ovada gezmesine izin verip uzaklaşmasını engellemiş oluyorlar. Ayakların arasındaki ipi çakımla kesmeyi düşündüm ama ben ayaklarına eğilmişken korkarlar, üzerime basarlar diye korkup vazgeçtim. Motorumu 6-7 denemede zar zor çalıştırıp yola devam ediyorum. Yanımdan geçerken adres sorduğum bir adamla yan yana yola alıp bağıra bağıra muhabbet ediyoruz. -----NERELİSİİİN?

-TÖRKİİ!

-TOKYO MUU?

-YOK YOK TURKİİİ! (Aynı yanlış anlaşılmayı on kere yaşamışımdır. Törki diyince anlamıyorlar Turkii demek gerekiyor.)

Biz yan yana giderken bir muson bastırıyor. Motorla giderken yağan yağmur insanın göğsüne göğsüne vurup epey acıtıyor. “Gel benim köye sığınalım.” diyor ve onun köyüne sapıyoruz. Köy bildiğimiz Afrika kabilelerinin yaşam alanı gibi. Samandan yapılmış evler tek oda boyutundalar. Çocuklar etrafımı sarıp beni izliyorlar. Afrika’da kabile ziyaret eden Levi Strauss gibi hissediyorum. Bu arada köye rikşasıyla bir adam geliyor. Köy yaklaşık 10 haneden oluşuyor. Biri beni davet eden adam, rikşayla gelen de yan komşusuymuş. Komşu Müslüman’mış. Benim Müslüman olduğuma inanmıyor. Bildiğim duaları okuyorum, imanın şartlarını sayıyorum. “İstersen akşam gel senin için tavuk öldürelim.”***** diyor. “Yok ben şehre döneyim eyvallah.” diyip motora biniyorum. Üç denememde de motoru çalıştıramıyorum. Çocuklar etrafımı sarıp suratıma karşı kahkaha atıyorlar. Beni çöle getiren adam gelip ilk denemede motorumu çalıştırıyor. Çocuklar daha fena gülüyorlar. İlk gazı verirken motoru istop ettiriyorum ve tekrar çalıştıramıyorum. Adam tekrar gelip benim için çalıştırıyor. Çocuklar etrafımda deli gibi gülüyorlar. Köy Halkı: 2 Yabancı: 0

Güneş eğilmeye başlayınca daha fazla vakit geçirmeden çöle gidiyorum. Varır varmaz safari yapmama kararımı bir kez daha doğrulayıp kendimi takdir ediyorum. Manzara gerçekten iç acıtıcı. Çöl pislik içinde, develer çöplerin arasında müşteri bekliyor. Safari satıcıları etrafımı sarıyor. Ben mutsuz mutsuz çölün içine yürüyorum. Çölde poşetle dolaşan çocuklar içecek satıyorlar. “This like… You want a beer?” diyor. Bir bira alıp kuma oturuyorum. Mutsuz mutsuz çölü izleyip biramı içiyorum. Romanlar “You want gypsy dance?” diye dolaşıyorlar. Hindistan Romanlarının müzikleri, turist çığlıkları, rüzgar uğultusu arasında biramı içiyorum. Seyahatin ilk anından beri beklediğim anın tam içindeyim ama mutsuzluktan ölmek üzereyim… Tabii mutsuzluğumun tek sebebi çölün durumu değil. Sanırım tek başıma gezdiğim için düşünmeye çok zamanım oluyor. Arkadaşlarımdan ayrıldığımdan beri düşünüp düşünüp mutsuz oluyordum ama şu anda tepe noktasındayım. Aynı çocuk bir tur atıp yanıma geri geliyor. “This like… One more beer?” diyor. İkinciyi de içip, A Horse With No Name’i mırıldanıyorum. Şişelerimi ve mutsuzluğumu alıp motoru park ettiğim yere gidiyorum. Üç tane çocuk etrafımı sarıyor. 10 rupi karşılığında bir şey satmak istiyorlar. Ne olduğunu soruyorum eliyle “Nasıl koyduk ama!” der gibi bir hareket yapıyor. 10 rupiye iki paket prezervatif satıyorlar. Devletin bedavaya verdiği prezervatiflerden… Hindistan halkın nüfusunu arttırmaması için epey uğraşıyor. Indira Gandhi döneminde “Vazektomi Yaptır, Transistörlü Radyoyu Götür” kampanyası yapılmış. YouTube’a “India Condom Advertisement” yazarsanız prezervatif kullanımını arttırmak için yapılmış müthiş videoyu da izleyebilirsiniz.

Hava tamamen karardı. Motora atlayıp şehre geri dönüyorum. Gece yolculuk yapmak ayrıca korkutucu. Motorumu tekrar çalıştıramamaktan korkuyorum, benzimin bitmesinden korkuyorum. Motorumu adama içindeki benzinle teslim edeceğim için tam yetecek kadar aldım. Yol üzerinde tek bir benzinci yok. Yoluma bir tane otostopçu çıkıyor ama motoru durdurursam tekrar çalıştıramam korkusuyla onu da almadım. Korku içinde geçen bir yolculuk sonunda şehre varıyorum. Şehre girer girmez motoru kiraladığım adamla karşılaştım. Motoru oracıkta teslim ettim. Yol boyunca yaşadığım korkuları sırtımdan atmanın keyfiyle bir ananas suyu alıp adamla muhabbet ediyorum. Muhabbetten sonra adam dükkânına götürmek üzere motora atladı ama çalıştıramadı. Bozulması korkum yersiz değilmiş ama ben az önce teslimimi yaptım. Olay üzerime kalmadı. Bozulma ihtimalini ya da motorun üzerindeki bir hasarı üzerime atmaları ihtimaline karşı pasaportum yerine akbilimi rehin vermiştim. Olay çıkarsa akbilimi bırakır giderdim.

Motoru teslim edip otele dönerken Lassi Shop’un önünden geçtim. Çalışan adamın selamını alıp içtiğim lassinin pek bir şey yapmadığını söyledim. “Ayıp ettin gel bu sefer bizden olsun. Öncekinden daha sert yapayım.” dedi. Bayağı yorgunum. Yarına söz verip otele gidip kendimi damıma atıyorum.

Sabah yine karga, güneş, sonra karşı komşularla damdan dama çay keyfi derken öğlen ediyorum. Gezilecek yerler gezildi, göle bir kez daha uğrayıp lassicime gidiyorum. Dükkânda başkası bekliyor. Meseleyi anlatıyorum. “Dün senin arkadaşın bana özel lassi ısmarlayacağına söz vermişti.” diyorum “İyi hadi gel yapayım bir tane.” diyor. “Ha bir de geçen sefer pek etkilemedi diye bu sefer extra koyacaktı.” Tuzlu bir lassi geliyor. “İyi kafa yapsın istiyorsan bir kerede dik.” diyor. Fondipleyip kendimi sokağa atıyorum. İki saat sonra kendimi bir kafede oturmuş hayatımdaki problemleri kazıyıp ne kadar pislik, ne kadar korkak olduğumu falan düşünürken buldum. Saatlerce oturmuş kendime saldırmış da saldırmış bana mısın dememişim. Akşamüstü kafeden kalktıktan sonra yüzlerce sarıklı adamı bir parkta bekleşirken gördüm. Sarıklı derken köylülerin taktığı, rengârenk, bedevi stili sarıklar. Protesto hazırlığı olduğu belli. Ellerinde Hinduca pankartlar var. Bir dayı kürsüye çıkıp konuşuyor, herkes alkışlıyor ve yürümeye başlıyoruz. Yolda birisi meseleyi anlatıyor. Şehrin dışındaki çöle dikilen rüzgâr panellerini protesto ediyorlarmış. Ashraf bahsetmişti o panellerden. Özel mülkiyetmiş, adam elektriği kendi şirketi için kullanıyormuş. O da sevmeyerek bahsetmişti zaten. İngilizce bir pankart görüyorum. “Bitki Ve Hayvan Alemini Rahat Bırakın! Ulusal Çöl Kuşu Godovan’ı Koruyun!” Konuştuğum adam turizmden bahsetti ama meseleyi anlayamadım. Turizm çöle zarar verdiği için çöl turizmi mi istemiyorlar yoksa panellerin olduğu bölgede turizm yapılamıyor diye mi protesto ediyorlar çözemedim. İçtiğim lassinin kafası hâlâ benimle, renkli sarıkların arasında yürürken bakıyorum otelin önünden geçiyoruz. Ahaliden ayrılıp otele gidiyorum. Ertesi akşam Bikaner treniyle ayrılmayı düşünüyordum ama şehirde yapacak daha fazla bir şey yokmuş gibi geliyor. Bir haftaya yakındır buradayım. Sokakta gören esnafın “Jaisalmer’e mi yerleştin?” sorusuna bile maruz kaldım. Çok kaldığımdan değil de ortalıkta gezmeyi çok sevdiğimden bence. Yüzümü çabuk eskittim.

Çantamı topluyorum. Son olarak dama çıkıp matımı ve uyku tulumumu topluyorum. Damımdan karşı komşularımın akşamüstü çay keyfine bakıyorum, baz istasyonundan atlayıp teker teker karşıdaki ağaca süzülen kargaları izliyorum, samimiyetimin el göte parmak kıvamına geldiği çalışanlarla vedalaşıyorum. Vedalarla ilgili canımı sıkan bir şey var. “Tekrar gel”ler, “Sık sık konuşuruz”lar, “Ben de memleketime seni beklerim”ler o kadar hızlı yalan oluyorlar ki insan kendi vefasızlığına şaşırıyor. Her yolculuktan sonra iletişimde kaldığım birileri muhtemelen oluyor ama her seferinde inanarak söylediğim bu cümleler ertesi gün bütün anlamlarını yitiriyorlar. Bu cümleyi her gezimde on beş kişiye söylüyorumdur. Sonunda bir kişi ya kalıyor ya kalmıyor. Bence literatüre “Gezgin vefasızlığı” gibi bir terim düşülmeli. Neyse kankalarım hava kararınca beni istasyona bırakıyorlar, Bikaner trenine atlayıp Jaisalmer’i tüketmiş olmanın hazzıyla yola çıkıyorum.

*Tout: Turist avcılarına turistlerce verilen isim.

**America – A Horse With No Name

***Lassi: Hindistan’ın boza kıvamındaki ayranı. Tuzlu, şekerli, muzlu, ananaslı, mangolu, çikolatalı çeşitleri her yerde var. Ayrıca kimi bölgelerin değişik meyvelerle yapılmış yerel lassileri de mevcut.

****Çapati: Yassı bir ekmek. Lavaşın 4-5 kat kalıncası.

*****Cümlenin orjinali: “We can kill chicken for you.”

Hiç yorum yok: