Herbetiz bultan ya kodek!

Cuma, Şubat 17

Yezd

Bu da bilgisayarda paslanacağına burada dursun bir Yezd yazısı.

Batıdan doğuya otobüsle İran seyahati. İstanbul'un Aksaray semtinde başlıyor, Gürbulak'ta sınır değiştirip Tebriz, Tahran, Kazvin, İsfahan'ı gezip Yezd'e varıyor. Bir terslik çıkmazsa son durağımız Şiraz olacak. Terslik hep oluyor ama Şiraz'a varabiliyoruz. Biz 4 kişiyiz, yolculuğun 11. günü, 3500. kilometresi ve 5. şehri.

İsfahan’da geçirdiğimiz üçüncü günün sonunda otobüse atlayıp sabaha karşı Yezd’deki otogara varıyoruz. Vardığımız her şehirde yaptığımız gibi burada da tulumları açıp otogarda biraz kestirip günün başlamasını bekliyoruz. Arkadaşlarım uyuyor, ben de otogarın bekleme salonunda sağı solu izlerken Ali’yle tanışıyorum. O kız arkadaşının gelmesini, ben arkadaşlarımın uyanmasını bekliyorum. Biraz muhabbet ediyoruz. Sık sık Ölüdeniz’e gelip yamaç paraşütü yaparmış. Sonunda arkadaşlarım uyanıyor, bu arada Ali'nin kız arkadaşı da geliyor. Ayrılmadan önce Ali bize otelini göstermek istiyor. Önce reddediyoruz, sonra ısrarları üzerine nezaketen kabul ediyoruz. Tanışık olduğumuz için bize arkadaş fiyatı çekiyor. Bizim için gayet lüks oteli için bitli otellere verdiğimiz kadar bir para istiyor ama yine de kabul edemeyiz. Yezd’de konaklayacağımız yeri gelmeden çok önce seçtik. Sessizlik Kuleleri.

Yezd bir çöl şehri. Bunu yalnızca sıcağıyla ve kumuyla hissettirmiyor. Yezd’deki tüm evler, dükkânlar, hanlar, camiler çöl renginde. Sıvasız kerpiç evler yeryüzüyle yekpare gibiler. İnşa edilmemiş de yeryüzünden yükselmiş gibi duruyorlar… Bu hardal sarısı şehir, insana Mardin’i hatırlatıyor. Herhangi bir sokağından içeri dalıp nereye gittiğini bilmeden gezmek de Mardin’de olduğu kadar keyifli. Tüm evlerin tepesinde yaklaşık 2 metre yüksekliğinde kutu gibi bacalar var. İsimleri bad-gir. Bad-girler Yezd’in doğal klima sistemleri oluyor. Rüzgârı alıyor, bacasında şöyle bir dolaştırarak bir şekilde soğutuyor ve evin içine veriyor. Bagh-e Devlet Abad binasında 33 metre yüksekliğinde bir bad-gir varmış ama görmeye gitmedik. Bunun yanında suyun kendi kendine soğumasını sağlayan kümbetleri de mevcut. Kısaca Yezd, çöl sıcağıyla en doğal şekilde mücadele etmeyi öğrenmiş.

Burada Sessizlik Kuleleri’ni biraz anlatmak lazım. Gerçek isimleri Dakhme. Ölen kimseleri gömmenin toprağı, yakmanın da havayı kirleteceğine inanan Zerdüştler, ölülerini etçil kuşların yemesi için bu kulelere bırakıyorlar. Kulenin tepesinde kuşlar, ölüleri yemeye gözlerinden başlarlarmış. Muhtemelen orası bir çöl, göz de en sulu organ olduğu için. Kulede bekleyen rahip ilk olarak hangi gözün yendiğini görmek için kenardaki delikten olanları izlermiş. Önce sağ göz yenirse merhumun huzurlu bir yere, sol göz yenirse azap dolu bir yere gideceğine inanırlarmış. Uzun zaman önce (Konuştuğum ve okuduğum her yerden farklı tarihler duydum. 1940 - 1970 yılları arasında bir gün.) Sessizlik Kuleleri’nin kullanımı yasaklanmış. O günden beri Zerdüştler, ölülerini kulelerin hemen kıyısındaki mezarlara gömüp toprağı kirletiyorlar.

Şehir meydanında biraz vakit geçirip Zerdüştlerin tapınağı olan Ateşgede’ye geçiyoruz. Yezd’de 500.000’e yakın Zerdüşt yaşıyor. Tapınakta 470 yılından beri hiç sönmemiş bir ateş var. Rahipler her gün belli saatlerde bu ateşi tekrar tekrar besliyorlar. İçeride bu ateşten ve hiç sönmediği bilgisinden başka ilgi çekecek bir şey yok. Zerdüştlerin kutsal kitabı Avesta’dan pasajlar parça parça duvarlara asılmış. Şöyle bir bakıp çıkıyoruz. Ramazan olduğu için tüm lokantalar iftara kadar kapalı. Bakkala, fırına uğrayıp yanımıza yiyecek bir şeyler alıp otobüs durağına gidiyoruz. İki belediye otobüsü değiştirip Yezd’e geliş sebebimiz olan Sessizlik Kuleleri’ne varıyoruz.

Otobüsten iniyoruz, iki kule de tüm heybetiyle karşımızda duruyor. Yalnız saat öğlenin 12.00'si hava da 40 dereceye yakın. Güneşin biraz eğilmesini beklememiz gerekiyor. Karnımız acıktı ama dediğim gibi iftardan önce açık lokanta bulmak imkânsız. Tenha bir köşe bulup azığımızı açıp yemeye başlıyoruz. Derken önünde oturduğumuz apartmandan bir kadın çıkıp yanımıza geliyor. “Aman çok ses yaptık, ayıp ettik ortalık yerde yemek mi yenir?” derken kadın hiçbir şey söylemeden koca bir kâse tatlıyı verip gidiyor. Tatlının üzerine tarçınla “Allah” ve “Ali” yazmış. Tatlının ne olduğunu çıkartamadık ama yeşil renkliydi ve tadı biraz keşkülü andırıyordu. Ne olduğunu pek önemsemeden onu da yiyoruz. Derken öğlen güneşi inmeye başlıyor ve kulelere doğru yürüyoruz. Karşımızda iki tane kule var. Yüksek olanı seçip tırmanmaya başlıyoruz. Kısa ama dik bir tırmanıştan sonra tepeye kuruluyoruz. Hava kararana kadar turist kafileleri ve şehirde rahat edemeyen sevgililer gelip gelip gidiyorlar. Gece kulede uyuyacağımız için iyice sahiplendik. Biz kulenin sahipleri, diğer ziyaretçiler de misafir gibiyiz. Tatlının kalanı, hurma, ekmek, su, kavun her gelene bir şeyler ikram ediyoruz. Sonra güneş batarken son bir misafir geliyor. Arabasını kenara park edip kulenin eteklerine oturup bir uzun hava tutturuyor. Yarım saat boyunca durmaksızın söylüyor. Biz tepede kendimizi fark ettirmeden onu dinliyoruz. Onu buraya atan dert neydi? Onu izlediğimizi fark etti mi? Gitsem dertleşmek ister miydi? Hiçbirini bilemedim. Biz çıt çıkarmadan yarım saat boyunca onu dinledik, o da yarım saat boyunca dinlenmeden söyledi. Yarım saatin sonunda türkü bitti, arabasına atlayıp geldiği yönden gitti.

Derken hava karardı. Yezd'e gelmeden evvel İsfahan’da çadırımızı kaybettiğim için gece yalnız tulumlarla idare edeceğiz. Duvar dibinde korunaklı bir yere tulumları serip yatıyoruz. Gece boyunca çöl kendini hissettiriyor. Uğultu, sert rüzgâr, ağzımıza burnumuza dolan kum… Gece bayağı zor geçiyor. Bir şekilde sabahı ettikten sonra konuşuyoruz, dördümüz de gece kâbus üstüne kâbus görmüşüz. Gecenin şartlarının zorluğundan mı yoksa mekânın geçmişiyle mi ilgiliydi bilemedim.

Sabah tekrar misafirler geliyor. Bu sefer en ilginci bir tekvandocu ve fotoğrafçı oldu. Sabahın ilk ışığını ve Yezd manzarasını kullanmaya gelmişler. Biri havaya uçan tekmeler savuruyor, öteki fotoğraflarını çekiyor. Tekvandocu ve fotoğrafçıyla biraz muhabbet ettik, birkaç fotoğrafını da biz çektik. Sonra bir Japon turist kafilesi, bir çift sonra biz de kuleden indik. Farklı bir şey var mı diye öbür kuleyi de kısaca ziyaret edip şehre dönmek üzere kuleleri terk ettik.

Azığımız gece tükendi, şimdi karnımız aç. Sağa sola bakınırken öğlen vakti mümkün olmayan şekilde bir yerden kebap kokusu geliyor. Kokuyu takip edip bir pasajın içine giriyoruz. Bir lokanta girişini brandayla kapatmış ama kokuyu engellemek mümkün değil. Harıl harıl çalışıyorlar. İftar vaktinde büyük bir davet verilecekmiş. Önce yemek vermek istemiyorlar “Seferi seferi.” diyince kabul edip önümüze kebapları diziyorlar. Karnımızı doyuruyoruz, hesabı istiyoruz, kabul etmiyorlar. Ne kadar ısrar etsek de hesabı ödetmiyorlar. Karnımız tok, keyfimiz yerinde, şehir merkezine doğru yol alıyoruz.

Şehirde sokakları gezmenin keyifli olduğundan bahsetmiştim. Şehir merkezine dönünce sırtımızda çantalarla sokaklara dalıyoruz. Bad-girlere bakıp havayı nasıl soğutabileceğini anlamaya çalışıyoruz, sonuç alamayınca dolaşmaya devam ediyoruz. Mahalle maçı yapan çocukların topuna dalıyoruz. Karşılıklı birkaç penaltı atışıyoruz, yaşımızın olgunluğuyla gol yemeyi ihmal etmiyoruz.

Şehirde bir de Su Müzesi var. Yezdliler’in geliştirdiği “Qanat” denen yer altı su kanalları anlatılıyor. Qanatlar 2000 yıldır kullanılıyormuş. İran’ın geri kalanında da kanal açma işlerinde Yezdliler bir numaraymış. Bir çöl şehrinde su müzesi hem ironik hem de anlamlı… Caddede geziyoruz. İran’da gezdiğimiz her şehirde büyük bir kapalı çarşı var. Yezd’de ise büyük bir tane yerine bir sürü küçük pazar mevcut. Tüm caddeler ve pazarlar zanaatkâr dolu. Demircisi, marangozu, şeker imalatçısı, üstüpü toptancısı… Hepsi işini yüzyıllardır yapıyormuş gibi gözüküyor. Hepsi dükkânına ya da atölyesine benzemiş. Ağır ağır işlerine bakıyorlar. Çöl seven bir insan olduğum için gereksiz anlamlar yüklemiş olabilirim ama şehirde yaşayan herkes sanki çok sabırlı, çok bilge gibi geldi. Muhtemelen abartıyorum ama yine de ayrılırken gönlüm Yezd’de kaldı.

Hiç yorum yok: