Herbetiz bultan ya kodek!

Pazartesi, Ekim 31

Fırtınalar Koparsa Kopsun



Dün gece çakırkeyf vaziyette kendimi eve atmıştım. Sonra Pınar'ın yolladığı bir linkle sarsıldım. Ebru Gündeş feat. Kayahan. Ağzıma sıçtı bütün gecemi zehir etti, kendimi bulduğumda viski şişesine sarılmış ağlıyordum. Kayahan o babacan sesiyle şiire dalmıyor mu? Gece gece, 23 yaşımın doruğunda, güzel bir gecenin sonunda, aşk acısı çekmeyen kalbimi Ebru Gündeş nasıl etkileyebilmişti böyle?
Sonra aklıma bu dizi geldi. Ablamla birlikte pazartesi akşamları Çılgın Bediş, salı akşamları Fırtınalar kafası yaşardık. Yaşım desen 8 bilemedin 9. Sapık gibi izlerdim o diziyi. Polis olmayan ikilinin polisiye hikayesi. Meğer Star TV polisiye 90'larda da polisiye yayınlıyormuş. O zamanlarda adı İnter Star'dı.
Şimdi sonsuz boş zamanım olsun istiyorum. Oturup youtube'da Fırtınalar izleyeyim. Fırtınalar'a ancak sonsuzuncu boş zamanımı ayırırdım herhalde.

Kadıköy'de Bir Sabah

*Çling çlong

Ersan kapıyı açar, karşısında pronet satıcısı. (ps)

ps: İyi günler beyfendi ben pronetten geliyorum. Güvenlik aksamları satıyoruz. Proneti daha önce duymuş muydunuz?
Ersan: Evet duymuştum. Heryerde görüyorum.
ps: Neden bu kadar meşhur olduğuna dair bir fikriniz var mı?
Ersan: Hırsızlık arttı tabii. Millet aç ne yapsın?
ps: Ee burası öğrenci evi galiba. Ben gideyim o zaman?

Pazar, Ekim 30

Hindistan'la ilgili kitaplar okurken sigara satan büfelerin hepsinde umumi sigara ateşi olduğunu okumuştum. Her gelenin ateş istemesinden bayan büfeceiler ağır ağır yanan bir sicimi bir yere bağlar altından yakarmış. İsteyenler b gün ağıır ağır yanan sicimden sigarasını yakabilirmiş. Ben gittim baktım böyle bir şey yok. Bir kutu kibriti umumi kullanıma açanları gördüm ama sicim hikayesine rastlamadım.
Daha sonra onun biraz daha modernini gördüm. Küçük bir katalitik soba gibi çalışan aletimizin düğmesine basılı tutunca alttaki teller ısınıyor ısınıyor ısınıyor, sigara yakmaya hazır hale geliyor.
Ben bundan neden bahsettim? Soldaki ilüstrasyonu görünce aklıma geldi bir an.



Perşembe, Ekim 27

Yedik Onu Biz

Deprem vergisi haberini duyduğumda bir an çocukluğuma döndüm. İnternette bu flashları izleyip tekrar gülerdik. Şimdi de haberleri izliyorum falan işte...


Salı, Ekim 25

Gerçek hayatta böyle konuşmuyorum tabii.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=19053616

Cumartesi, Ekim 22

This Is A Mans World


http://turkishmags.tumblr.com/

Erkek olmak güzel genelde.

Bir Kuple Twit Bir Kuple Blog

Önce Can Öz'ün şu müthiş yazısını okuyunca bir şaşırdım, afalladım, dalga geçtiğini zannettim. Yok ya adam ciddi.
Ben böyle duygudan duyguya savrulurken Taylan Kara'nın bir twitini gördüm.

Küçük burjuvayı binlerce insanı öldüren bombalardan çok taksi şoförünün kabalığı etkiler.

William Burroughs'tan Kalanlar

Deli bir sahaf, William Burroughs'tan kalan mektupları, günlükleri, çizimleri, el yazmalarını toparlamış.

Sevgili Brion: Yolladığın para ulaştı. Çok saol. People'da okuduğuma göre Keith Richards'ın New York'ta şehir dışında bir malikanesi, Paris'te bir dairesi, Londra'da ve Jamaika'da mükemmel evleri ve Chichester'da 17. yüzyıldan kalma bir kalesi varmış. Ben de burada kıyafetlerimi Kurtuluş Ordusu'ndan alıyorum.


Suikastçi (Assassin) kelimesi haşhaş'tan türemiştir. Denir ki Yaşlı Adam haşhaş çiçekleriyle bir zevk bahçesi yarattı. Sonra onlara dendi ki suikast görevini yerine getirdikten sonra bu bahçede sonsuza kadar yaşayabilirler. Haşhaş içmiş olanlar bu efsaneyi sorgulayabilirler. Haşhaşın (^yalnızbaşına) etkisi sıradan şartlarda zar zor cennet halisünasyonu yaratabilir.

İlk not Brion Gysin'e yazılmış bir mektuptan, ikincisi de Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nde kurduğu cennet hakkında.
Notların http://lopezbooks.com/archive/wsb/ sitesinde listelenmiş. Biraz örnek de mevcut. Notların tamamı 260.000 dolar.

Cuma, Ekim 21

Dimitrokapulo ve Eski Kaşar

Dün Hasancan'la buluştuk. Hasancan'la ilk tanıştığımızda elimi uzatıp adımı söylemiştim o da "Taşak mı geçiyorsun?" der gibi yüzüme bakmıştı. O zamandan beri Hasancan'ı çok severim.
Hasancan bir şişe Dimitrokapulo, 100 gr eski kaşar almış sağolsun. Oturduk kilise sokağına, İsis'in tam karşısında şarabımızı içtik, eski kaşarımız artınca gittim bir şişe de ben Dimitrokapulo aldım, kilise sokağına, Hasancan'ın yanına, İsis'in karşısına geri oturdum.
İsis benim için dış duvarı kadardır. İçine bir kere girmiştim, yanımdakiler yiyorlar diye mecburen ben de sade makarna söylemiştim.
İsis'in eski tabelası neon ışıktan yapılmış bir piramitti. Perspektifi bayağı başarısızdı. Bir üçgen çizip yanlışlıkla bir çizgi daha çekmişler gibi gözüküyordu. Bir gün Burak'la kilise sokağında İsis'in tam karşısında içiyorduk, Burak neon tabelaya bakıp "Aaa!" dedi. "Bu aslında piramitmiş."
Kilise sokağında, İsis'in karşısında en az 700 kere içmişizdir. Ayık, çakırkeyf ve sarhoş hallerde o tabelaya bakmışızdır. O tabelaya gerçekten çok fazla baktık... Acaba başka insanlar daha mı çabuk farketmişlerdir onun piramit olduğunu? Hayır adı da İsis bir de...
Biz Hasancan'la oturuyorduk. İsis tabelasını değiştirdi bu arada. İnce uzun harflerle İSİS yazıyor artık. İSİS'e bakıp şarapları içtik Hasancan'la. Sonra oturuşumuzun yönünü değiştirdik. İSİS'e bakmaktansa yoldan geçen kızları kesmeye başladık. Sokakta loş bir ışık vardı, kafamız loşlaşmıştı, bir an için çok cool bir yerde, cool bir anın içinde olduğumuzu hissettim.
Tarih kadar cool hissettim. Bence tarih çok cooldur. Bugün Orhan Pamuk bütün parasını kumarda yese insan içine çıkamaz. İnsanlar kitaplarını almamaya başlar. Solcular lümpenlikle, kitapkurtları gerizekalılıkla suçlar. Aynı kitapkurtları barda yanlarındaki kıza Dostoyevski'nin bütün parasını kumarda yediğini anlatırken gözleri parlıyor. Bukowski gibi bir tanıdıkları olsa hiçbiri yüzüne bakmaz, telefonlarına çıkmazdı. Bukowski'nin leş anılarını okurken gözleri faltaşı gibi açılıyor oysa...
İşte bir an sanki bugünde değilde tarihte yaşıyormuşuz kadar cool hissettim. Kadıköy'deyiz, sokakta kız kesip şarap içiyoruz. Tarihimizi yazıyoruz. Ben tuttum o tarihi daha yazmadan karşıma alıp izledim.
Sonra tarihi, İsis'in karşısında bırakıp partiye gittik. Parti yaptık, sarhoş olduk, sarhoş gezdik, sarhoş sarhoş sarhoş...
Sarhoş kelimesini sarhoşluğa dışarıdan bakan biri bulmuş olmalı. Çok yavşak bir fonetiği var. Öpüjemm gibi bir fonetik. Mesela Berker'e desem ki "Sarhoşluğa yeni bir isim bulalım." "Hayat" derdi muhtemelen. Hayat demezse bayağı düşünmek zorunda kalırdı. İçeriden bulacaksak çok güzel bir kelime bulmak gerekir sarhoş yerine.
Ben içkiyi severim ama o kadar çok içmem. Bir ara çok düşünmüştüm "Neden içki içiyoruz?" diye. Zamanı doldurduğumuzu sanıyordum ama galiba tarihi dolduruyormuşuz. Özel amılarımı yan yana dizsem hiçbiri ayık değildir muhtemelen.
İçkinin ya da birtakım uyuşturucu maddelerin eşlik etmediği sanat eseri düşünüyorum. Sanatçıların özel hayatlarını çok bilmediğim için bulamıyorum ama güzel bir inceleme konusu olurdu bu. "İçkiden Hazzetmeyen Yazarlar Antolojisi"

Çarşamba, Ekim 19

Bir John Berger Gibi Yazma Denemesi Olarak Diego de Velázquez ve fc

İki resimden tepedekini Jaipur şehrinde çektim. Alttaki ise Diego de Velázquez tarafından 1629 yılında İtalya'da çizilmiş. Bu fotoğrafın benim için pek bir önemi yoktu. Sırf bana samosa ikram eden arkadaşların gönlü olsun diye çekmiştim. Seyahat fotoğraflarımı facebooka koyduktan sonra Boğaç, benim fotoğrafla Valezquez'in resmi arasındaki benzerliğe dikkat çekti.
Velázquez'in resmi, Apollo'nun Vulcan'ı ziyaret ettiği anı gösteriyor. Apollo, doğruluğun tanrısı, Vulcan'da adından anlaşılacağı gibi volkanların...Apollo, bu anda Vulcan'a karısı Venüs'un Mars'la ilişkisi olduğunu söylüyor. Yüzü bize dönük, kaslı arkadaş Vulcan oluyor. Diğer dördü de yamakları. Vulkan'ın yüzündeki şaşkınlık ifadesi yeterince aşikar. Venüs'ten bunu beklemediğini kolayca anlayabiliyoruz. Dört yamaktan üç tanesi de olayla ilgilenseler de işlerini yapmaya devam edecek kadar görev bilincine sahipler. Ya o kahverengi saçlı tipe ne oluyor? Sen neden ağzını kocaman açıp "Patron ya ben seni çok önemsiyorum biliyor musun? Valla babam aldatılsa bu kadar şok olurdum." der gibi bakıyorsun? Baksana en arkadakine. Senin gibi velvele yaratmadan kendi halinde vaziyete üzülmüş. Muhtemelen Vulcan, tutsa Mars'ı dövmeye gitse yolda en çok sen heyheylenir, Mars'ın karşısına çıkınca da ilk sen kaçarsın. Arkadaki arkadaş, görev adamı gibi patronunu takip eder, dayak atılacaksa kendini önlere atmaz, dayak yenecekse de temiz temiz dayağını yer döner. Yalnız bir kavga çıkacaksa ben bu resimde yalnız yere eğilmiş olan sakallıya güvenirim ben. Biraz yaşlı gözüküyor ama eski kurt o belli... O adamın sözüyle kavgaya girilir, kavgadan dönülür. O kadar güven veriyor adamın duruşu.

Gelelim benim fotoğrafıma: Tıpkı Velázquez'in çiziminde olduğu gibi benim fotoğrafımda da bir odak noktası ve altı kişi var. Resimde odak noktası örsken benim fotoğrafımda samosa kazanı. Resmin aksine bu fotoğrafta kimse şaşkın değil. Herkes hayatından gayet memnun. Mars'ın ağzını burnunu kırdıktan sonraki an olduğunu düşünebiliriz. Benim fotoğrafımda da tıpkı resimdeki gibi arkada kendini unutturmuş hüzünlü bir karakter var. Hemen solundaki bıyıklı gülümseyen adam samosaların hamurunu yoğururken anadan üryan çıplaktı. Üzerindeki tek şey atletti. Beni görünce üzerine bir havlu sardı öyle kalktı ayağa. Bence bıyıklı da resimdeki aşırı şaşıran adam oluyor. Muhtemelen kavgada götüm götüm dövüşmüş. Yumruk sallayacağına acil durumda nereden kaçabileceğine kafa yormuş, kavga galibiyetle sonuçlandıktan sonra da en fazla o sırıtıyor." En soldaki mavi t-shirtlü, uzun boylu arkadaş da benim nazarımda resimdeki sakallı adam oluyor. Hâlen ciddiyetinden hiçbir şey kaybetmemiş. "Şımarmanın lüzumu yok." adamı. En sağdaki beyazlı arkadaş, bize sırtı dönük olan kimse. O da bir görev adamı ama ne arkadaki hüznlü kadar itaatkar, ne yavşak kadar şovmen, ne de sakallı kadar sözü dinlenir biri olabilmiş. Ne uzar ne kısalır böylesi. Hayatı boyunca çekiç sallar, samosa yoğurur, evlenir çoluk çocuk sahibi olur ama dünyaya bir şey katamaz. İşte başarısızlığına sinirlenir, eve döner karısını çocuğunu döver. Apollo'ya gelecek olursak, rengârenk kostümüyle ve yüzündeki çocuksu gülümsemeyle kendini açıkça belli ediyor. Belli ki kavgaya karışmamış ama gönülden desteklemiş. Belki uzaktan biraz tanrısal şeyler yollamış, bizimkileri heallamış falan. Şimdi de iyilerin kazanmasına çocukça seviniyor.
Ve Vulcan... Adam kendini her yerde belli ediyor arkadaş. Patron benim diyor. Kavgasını yapmış, keyifle zanaatına geri dönmüş. Yavşak yine yanında. Hüzünlü de yine arkada kendini unutturmuş. Vulcan, işe dönmek gerektiğini hatırlatıyor. Arkada bekleyen hamurlar var, karnı acıkan koca bir Hindistan var. Kavgamızı yaptık, şimdi işe...
Hürriyet'le konuşurken google earthten bir hesap yaptım.
Karada 7214 km
Havada 6706 km yol yapmışım.

Cuma, Ekim 14

Dear Hendrix

Sevgili Jimi Hendrix

Bu mektubu odamda saat 05.53'te yazıyorum. Senin dilinde "Almost six am" Ben hayatta bir takım okullarda okudum, birtakım insanlarla tanıştım, birtakım kitaplar okudum. Elime gitar aldım ama inan hiç mi hiç beceremiyorum o işleri. Akustik gitar, elektro gitar, bass gitar, sitar, bendir, marakas, fülüt ne varsa denedim. Kimileri yapar kimileri özenir... Sen bir taraftasın ben öbür...
Biliyor musun Jimi kanka, birgün seni anlayabileceğim umuduyla yaşıyorum. Bunca düşünüyorum, Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni okuyor, sokaklarda Issız Adam gibi yalnız yalnız yürüyorsam tek amacı var. Seni anlayabilmek. Böyle gitarında parmakların bıcıdı bıcıdı geziniyor ya çıldırıyorum. Ne içiyorsun la sen? diyesim geliyor ama biliyorum ne içtiğini. Ayrıca çok yazık ki biliyorum keramet içtiğinde değil. Ben de denedim öyle şeyler içmeyi. Sanıyordum ki içince Kurt Cobain'in yazdığı sözler otomatik olarak kafamda belirecek, geriye sadece onları deftere dökmek kalacak. Sonra gördüm keramet içtiğimizde değil.
Ama biliyorum birgün böyle pıt diye anlayacağım seni. "Anaaam diycem Hendrix dediğimiz şey buymuş işte." Bazen çok yaklaştığımı hissediyorum ama kaçıveriyor. Yok anlayamıyorum seni.

Seni ilk dinlediğim günü hatırlıyorum. Bizim mahallede Beylikdüzü'nde bir Ümit Abi vardı. Kesmeşeker albümü çekmişti bana onu almaya gitmiştim. Hendrix'e ne zaman terfi edeceğimi sormuştu. Küçüklüğün şımarıklığıyla "Neaah" demiştim. O da bir kasedini takmıştı küçükçe odasındaki büyükçe teybine. "Hangi enstürmanı kullanıyor bu adam?" diye sormuştum. O günlerde Ümit Abi'nin gözetiminde klasik gitar çalışmalarıma başlamıştım ve gitardan çıkartılabilecek sesi tanıyordum. Bu onlardan değildi. "Gitaar" demişti, şok olmuştum. Şarkı Voodoo Child'dı. Girişindeki vuvvuku vukuvuku sesleri için sormuştum. Tamam o sesleri çıkartmak zor değilmiş öğrendik. O kadar da cahil değiliz. Sol avucunla (sen sağ avucunla) telleri hafifçe kapatıp penayı tutan elinle de ritmik ritmik sallıyorsun. Ama o an şok olmuştum. Lakin erkekliğime bok sürdürmeyip Hendrix albümü almamıştım Ümit Abi'den. Bir Kesmeşeker, bir de Türkçe Rock karışık albümü vermişti bana. Kesmeşeker'in Dipten ve Derinden albümü. Karışıkta Whiskey, Mavi Sakal, Kesmeşeker, Yavuz Çetin falan vardı...
Bugün Voodooo Child'ı her dinlediğimde o gün aklıma gelir. Saçma sapan remixlerini dinlediğimde bile tatmin olurum. Ki favori şarkım bile sayılmaz.
Şimdi seninle ilgili ikinci anımı hatırladım. Evimizde Digiturk var. Digiturk'un her ay yolladığı dergiyi karıştırırken soyadını gördüm. Hendrix diye bir film varmış hayatını anlatan. İlk gösterimi bir geceyarısı. Oturdum izlemeye başldım. Zaten Allah o Digiturk'ten razı olsun. Janis Joplin'i de sayesinde öğrendim ama onu bilahare anlatmak lazım. Konu dağılmasın.
Anan sizi terkediyor, hediye ettiği gitarla vakit geçiriyorsun, babanla vakit geçiriyorsunuz, gitar çalıyorsunuz. Sevgilini arkanda bırakıp ünlü olmaya gidiyorsun. Az puşt değilsin, orada karının kızın bini bir para. Evde harem kurmuşsun, cıbıl cıbıl kızlar geziniyor. Daha ünlü bile değilsin, ama seni dinleyen adam deliriyor.
Hey Joe söylüyorsun barlarda, Nereye böyle? diyorsun. Hatunu vurmaya gidiyorum diyor. Sen hergün ondan fazla hatunla takılıyorsun. Sonra ben uyuya kalmışım filmin devamını görmek kısmet olmadı. En net olarak sarışın bi hatunla barın tuvaletinde ot içtiğin sahne kalmış aklımda.

Uzun zamandır güne seninle başlıyorum. Wind Cries Mary sabahlar için favorim. Arada Little Wing ya da Castles Made Of Sand'le başladığım da oluyor ama genellikle Wind Cries Mary. Kimileri kahveyle başlar, kimileri simitle başlar, kimileri duşla, kimileri Slayer dinleyerek başlar, ben de Wind Cries Mary'le başlıyorum. İlk derse yetişme kaygısıyla her sabah olmuyor ama elimden geldiğince işte. Sabah iyi hissetmek isteyecek kadar vaktim varsa, Wind Cries Mary çalar odamda. Özellikle akşamdan kalma sabahlar, vazgeçilmezimsin bilesin...

Lafı uzattıkça uzatırım ben. Kimi becerir, kimi konuşur. Ne kadar uğraşsam da Voodoo Child'ı dinlerken yaşadığım hisleri anlatamam. Bu yüzden susayım. Ben bunları yazarken saat olmuş 06.23, senin dilinde half past six in the morning. Kulağımda kulaklıklar var, bir sağa bir sola fırlayıp duruyor ses. Yakalamaya çalıştığım fare gibi. Dikkatimi ses verdikçe başım dönüyor, midem bulanıyor, şekerim yükseliyor. Şimdi Machine Gun çalmaya başlıyorsun, birazdan çıkıçıkıçı diye döktüreceksin.

Gözlerinden öper, güzel günler dilerim.

Planlar ve Orhan Gencebay

Upuzun düşünmeler, özenmeler, kıskanmalar, vazgeçişler, fikir değiştirişler, karar verişler, iç çekişler, sızlanışlar, sonunda sıradaki rotamı çizdim. Bordoyla çizilmiş elipsi takip edeceğim. Doğuya doğru mu batıya doğru mu başlayacağım bilmiyorum ama başladığım noktaya döndürten bir rota istedim.
7 ülke görme planıyla yola çıkıp 2'yle yetinen ben muhtemelen bunu da piç ederim. Doğudan başlarsam Samsun'dan, batıdan başlarsam Bulgaristan'dan dönerim diye düşünüyorum. Mamafih ne olursa olsun şu elipse bakmak iyi geliyor.

Orhan Gencebay

İsyan Şarkıları Listesi


1- UK Subs - Reclaim The Streets
2- The Jam - Jah Wah
3- Sham 69 - If The Kids Are United
4- Linton Kwesi Johnson - Fight Them Back
5- Dinar Bandosu - Terzi Fikri
6- Bandista - Haydi Barikata
7- Hamza İrkad - Gavur İmam İsyanı
8- Erkan Oğur - Zahit Bizi Tan Eyleme
9- Rage Against The Machine - Killing In The Name On
10- The Clash - Guns Of Brixton
11- Johnny Osbourne - 13 Dead and Nothing Said
12- Bob Marley - I Shot The Sheriff
13- Nina Simone - Mississippi Goddamn
14- The Who - We Won't Get Fooled Again

Türünden bir liste.

İsyanım Yaradana

Yetiştirmem gereken 4 yazı, 10'a yakın ödev var. Ben dikkatimi dağıtabilecek her şeye karşı o kadar ayran gönüllüyüm ki...



İsyan şarkıları listesi hazırlamaya çalışırken şöyle güzel bir şeyle karşılaştım. Bu arada Oradoğu'dan güzel isyan şarkısı bilen var mı? Türkü olur, punk olur, ne olursa...

Pazartesi, Ekim 10

Bir takım kelimeler

Bildiğim bir takım kelimeler var. Bildiğim derken sadece kelimenin varlığını biliyorum, anlamı için sözlükte ne yazdığını da biliyorum ama sözlükte okuduğum o anlam bana kesinlikle bir şey ifade etmiyor. Bu anlamları çözersem daha güzel bir hayatım olacağını sanmasam da insan öğrenmek istiyor işte. İşim olduğu için katılamadığım bir parti gibi o kelimeler. Ben katılamadığım için herkes çılgınca eğleniyor. Partidekiler gayet sıkılıyor olsa da o parti çok eğlenceliymiş gibi geliyor dışarıdan. İşte bu kelimelerin anlamını bilen insanlar o partideki insanlar gibi benim için. Sanki bu kelimelerin anlamını bilen insanlar bir şeyleri daha kolay anlıyorlar. Öyle değil tabii de merak işte...

Uzam: Einstein demiş ki evren aslında üç değil dört boyutludur. Dördüncü boyut da zamandır. Sonra işin içine zamanın bükülmesi, evrenin bükülmesi falan girmiş iş iyice karışmış. Evrenin bükülmesini anlamak üzereyim. Karadeliklerin çekim gücü evreni bükebiliyor. Aslında doğru kelime bükmek değil de germek olabilir. Çünkü evren sonra eski haline dönüyor. Dört ucundan tutup gerdiğimiz çarşafın üzerine ağır bir bilye atmışız gibi.
Lakin zaman nasıl bükülüyor? Hatta zaman dediğimiz şey var mı ki bükülüyor. Uzamı anlamak için zamanın varlığını kabul etmek gerekiyor sanırım.
Uzam, uzayla zamanın birleşmesinden geliyor. Peki uzay dediğimiz şeyle zaman dediğimiz şey nasıl birleşiyor? Düşündükçe bazen anlayacak gibi oluyorum ama sonra dikkatim dağılıyor, anlayacağım şey kaçıyor. Bir tartışmada, muhabbette bu kelimeyi kullanınca epey cool oluyor. Güneş gözlüğü gibi bir şey uzam kelimesi.

Tork: Fizik 101'in birinci vizesine kadar lisede öğrendiklerimizi tekrarlıyoruz. Zaman, hız, serbest düşüş, ivme vs. İvmenin türevini al hız formulününe ulaş, hızın formulünü al yolun formulüne ulaş... Grafik çiz, altındaki alanı yolu versin falan. Birinci vizeden sonra yaşaşnan hayalkırıklığıyla birlikte konular da zorlaşınca insanlar bir afallıyor. Zaten okulu uzatan herkesin yolu buradan geçer. Öğrendiğini sandığın konulardan sınav olup sıçarsın, üstüne anladığını sanmadığın konular anlatılmaya başlanır. Fena yani...
Biz deneyimli öğrenciler okulun kalabalıklığından şikayet ettiğimiz anda "Neyse ya." deriz "Şu Fizik 101 vizesi gelsin rahatlar biraz."
O vizenin ardından büyük bir kesim okula gelmeyi seyrekleştirir. Muhtemelen okul senatosu da buna güvenip her sene kontenjanı arttırıyor. Ben de baksam Fizik 101'in ardından yarısı okula gelmeyi bırakıyor. "İyi yaa bir ay sabretsinler sonra rahatlar. Biz de fazladan harç parası cepleriz." Yoksa bunca öğrenci okula hergün gelse. Öyle bir altyapı hoop nanay.
Ben bu Fizik 101 dersini üç kez aldım. Hem de her seferinde birinci vizeden sonra epey yüksek devamlılık gösterdim. Üçüncüde geçebildim ama şu tork meselesi hâlâ muallak.
Birinci vizeden sonra düz çizgi üzerinde giden fizik dönmelere el atıyor. V harfi yerine w kullanmaya başlıyoruz. V velocity demek, w neydi unuttum. İşte lineer hızlanmadaki ivmenin yerine de dönerken tork diyoruz ama tork aynı zamanda bir güç. Mesela bu dersi ilk alışımdaki hoca sürekli "Gezegenler dışarıdan bir tork uygulanana kadar (örneğin bir göktaşı çarpması) dönmeye devam eder." derdi. Dışardan tork nasıl uygulanıyor? Dönen gezegen bir kere... Dönmeyen de göktaşı. Ama torku göktaşı uygulamış oluyor. Ya da matkapın torku artınca duvarı delebiliyor. Matkabın torku düşükse hızın bir önemi yok. O duvar delinemiyor düşük torkla. Hızın burada hiçbir olayı yok. Peki torku artınca ne artmış oluyor? Ya da neyi arttırınca torku artmış oluyor? Muamma.

Töz: Bu kelime felsefi ortamlarda kelime-i şahadet gibi bir şey. Onsuz felsefe konuşulmaz. Töz demezsen adam yerine koymazlar seni. Bence uzam kadar cool bir kelime değil ama yine de arada kullanmak lazım. Zaten h uzam kadar cool bir kelime bulmuş değilim. U harfinin önemli bir etkisi var galiba.
Töz'ün anlamına gelirsek: Mesela ben yerde oturmaktan sıkılmışım. Otururken ayaklarımı sarkıtmak istiyorum. Taşa oturabilirim ama taş da çekiyor. Ben de bir sandalye yapmaya karar veriyorum. "Bacağı dört tane olsun, sırt yaslamalık yeri de olsun, tahtadan olsun." diye kafamda kurduğum şey sandalyenin tözü oluyor. Ya da ağaçta yetişen elma, daha yetişmeye başlamadan evvel onun tözü vardır. O tözün olduğu şey olmaya doğru yol alır elma. Ruh gibi ama daha evrensel. Elmanın olması gereken ve asla olamayacağı hali.
Peki buna neden töz denmiş? Öz kelimesinin nesi eksik de bu anlamı karşılayamıyor? O kısım biraz kafamı karıştırdı. Sonra meselenin üstüne Sartre geliyor. Varoluşçuluğu atıyor ortaya, "İnsanın tözü doğmadan önce oluşmamıştır, insan yaşarken kendi tözünü kendi kurar." diyor. Hem klasik felsefeyi hem de beni darmadağın ediyor. E tözü töz yapan şey benden önce varolması değil miydi? Tam kelimeyi anladım sanırken gidiveriyor.



Google'a tork yazınca çıkan imaj. Tork arkadaki canavar oluyor. Ben herhangi bir çizgi romanda kendisiyle tanışmadım. Başarılı bir karaktere de benzemiyor.













Google'a töz yazınca çıkan resimlerden birisi. Memesini açmış kız da vardı ama bunu daha çok sevdim. Gizem önemli.













Uzam yazınca bu resim çıktı. Yerlem kelimesine girmek istemiyorum.











Temsili deneyimli öğrenci fotoğrafı.









Karadeliğin uzayı bükme anı. Gerçek değil ama böyle olduğu tahmin ediliyor.

Pazar, Ekim 2

Jaisalmer'deki Flörtüm ve Otostopçunun Galaksi Rehberi

Otostopçunun Galaksi Rehberini okudukça otostopçunun hayatındaki havlunun önemine dair daha fazla şey öğreniyorum. Havlu, günlük havlu bakımının yapılmasını gerektirecek kadar önemli bir malzemedir otostopçunun hayatında.
Ben havlumu, çantama daha fazla sari sokabilmek için sokakta bir yere bırakmıştım. Havlum kırmızı renkliydi, üzerinde bir F1 arabası işlemesi vardı ve gerçekten çirkindi. Çirkinliği umrumda değildi, onunla kurulanabiliyordum. Kitapta söylenen onlarca işlemi yapmıyordum ama kurulanmak da yeterince gerekli bir işlemdi. Sonra bir süre kurulanmadan idare edebileceğime, duştan çıktıktan sonra kendimi kurumaya bırakabileceğime kanaat getirdim. Bu sayede çantama bir tane daha sari sıkıştırabilirdim. Yaklaşık yarım metrekarelik havlum 6 metrekarelik sariyle eşit hacimde yer kaplıyordu sonuçta.
Sonunda büyük bir özveride bulunup havlumu sokakta bir yere bıraktım. Çöpe atmak istemedim çünkü ona ihtiyacı olan birinin ya da ihtiyacı olana kadar saklayacak birinin o havluyu alacağından emindim. Orası Hindistan'dı sokağa bırakılan her şey insanlar, inekler ya da domuzlar tarafından değerlendirilirdi. Bu yüzden olsa gerek belediyeler sokaklara çöp kutuları koymak zahmetine girmiyorlardı.
Ben havlumu Jaisalmer'de damda yattığım otelin hemen karşısına bırakmıştım. Bıraktığım yer daha önce bir yazımda bahsettiğim ilk çapkınlığımı yaptığım kızın evinin önüydü. Şimdi kafamda ihtimaller denizi çalkalanıyor. Deniz tuzlu değil ama yine de köpürüyor.
Acaba? diyorum Acaba kız bu kitabı okumuş olabilir mi? Okumuş olmasa da havlunun bir gezginin hayatındaki yerini tahmin ediyor olabilir mi? Belki havlumu evlerinin önüne bırakmış olmam "Seyahatim tam olarak burada sona eriyor." anlamına gelmiş olabilir mi? "Arayışıma son verdim, havlumu sana bırakıyorum çünkü ona daha fazla ihtiyacım olmayacak. Daha fazla gezmeyeceğim çünkü ben aradığımı buldum."
Nişan yüzüğü gibi ya da evlerinin tepesindeki çömleği vurmak gibi. Yalnızca bunun gezgin versiyonu.
Acaba diyorum Jaisalmer'deki o kızla sözlenmiş olabilir miyim?

Kafamda Dönen Birtakım Şarkılar

Ajda Pekkan - Ya Sonra
Arzachel - Queen St Gang
The Eagles - Journey of The Sorcerer (Long Version)
Battlestar Galactica - All Along The Watchtower
Mabel Matiz - Filler ve Çimen
Tom Waits - Hope That I Don't Fall In Love With You

Bu arada iki şeyden haberim yok. RHCP - I'm With You'yu dinleyemedim nasıl olmuş bilen var mı?
Mulatu Astatke konserine gidemdim nasıl oldu giden var mı?